Bugün sahip olduklarımızın neredeyse hiçbirinin olmadığı, dünyadan bihaber yaşadığımız çocukluğumuzun 1960’lı yılları ne güzeldi.
Cumhuriyetin kuruluş coşku ve heyecanı çoktan bitmiş, savaşların ve paylaşımların ardından dünyada yeni bir düzen kurulmuş olsa da, Anadolu’da kurtuluş savaşı ve yeni Cumhuriyet’in türküleri yankılanmaya devam ediyordu.
İZMİR’İN DAĞLARINDA ÇİÇEKLER AÇAR….
ÇIKTIK AÇIK ALINLA ON YILDA HER SAVAŞTA….
VURUN ANTEPLİLER NAMUS GÜNÜDÜR…..
ANKARA’NIN TAŞINA BAK….
ORDA BİR KÖY VAR UZAKTA….
Yarıdan fazlası köylü, kasabalı olan toplumun kurtuluş, uyanış, kalkınma ve aydınlanma türküleriydi bunlar. Savaşlardan, yokluk ve yoksulluklardan bitip tükenmiş olan bir toplumun kısa sürede, dev adımlarla yeniden yaratılma destanlarıydı her biri.
Topraktan bereket, eğitimden, okullardan istikbal devşirme heyecanı ülkenin dört bir yanında yükseliyordu.
Cehalet, yokluk ve yoksulluğa karşı savaş henüz sonuçlanmamış olsa da evlerde mutluluğun ve huzurun bacası gittikçe daha yoğun tütüyordu. Yarına, geleceğe dair yeni hayaller ve umutlar yeşeriyordu.
Sonraları her şey değişti…
Şehirlerin, ülkelerin varoşlarına, umut tacirlerinin açtığı yollardan korkarak, ürkerek akın, akın göçler başladı, köyler boşaldı. Bir yanda İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa…diğer yanda Frankfurt, Köln, Hamburg, Berlin…
Yeni işgalcilerin sermayesi ile siyasilerin vaat ettiği sahte cennetlere giden yolculukta toplum dört bir yana savruldu, bölündü parçalandı.
Düze, şehre inen eşkiya rant toplarken, gurbetçiler Almanya’daki, Fransa’daki beylerin kapılarında kaybettikleri mutluluğu yeniden yakalayabilmenin çabası içindeydiler. Kendileriyle birlikte, yeni nesil çocukları da kör karanlıklarda yitirilen umutların ardından çaresiz sürüklenmekteydiler.
Gurbetçilerin “ Alın yazısı “ Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ezgili dizelerine de yansımıştı :
“ Nasıl geçtin de
boz bulanık sellerden ?
Haberim mi aldın
esen yellerden ?
Yadigar mı da geldin
bizim ellerden ?
Gül-ü reyhan gibi
koktun birader
Gül-ü reyhan misali
koktun birader
Gün ışır ışımaz,
alın yazımız parlar,
Ne alın yazısı, el yazısı be !
Sökemeyiz ki biz,ilkokul
aydınlığı bile gösterilmeyenler
Biz, pis yöneticilerin mutsuz
kişileri,
Süpürürüz yaban ellerin
sokaklarını; pis el, pis yürek !
Sığmazken atalarımız
güne, yarına,
Düşmüşüm ben, düşmüşüm ben
el kapılarına
Daha üçyüz yıl önce,
omuzlarımızda gök yarısı
bayraklar
Eğilirdi bu ülkelerin burçları
uygarlığımıza,
Şimdi ta Bünyan’daki üç çocuk,
ağızları açlıkla büyümüş
Şimdi ta Ereğli’deki dört çocuk,
gözleri açlıkla iri iri
Alır karanlıklar ardından
gönderdiğim kara lokmasını
Sığmazken atalarımız
güne, yarına,
Düşmüşüm vay, düşmüşüm ben
el kapılarına
Ne duruyoruz be kardeş, aylık
bin yeşil mark
Varalım dağılalım kartal
Anadolu’dan yeryüzüne
Beyler altın uykularından
uyanmak üzere, haydi
yollarını temizleyelim
Al güneşten bile utanmadan;
pis el, pis yürek
Sığmazken atalarımız
güne, yarına
Düşmüşüm vay, düşmüşüm ben
el kapılarına “
Kardeş kavgaları, ölümler, idamlar, peş peşe gelen darbeler ve değişen iktidarlarla geçen yıllarda, mutluluklar ve umutlar ‘ Zümrüd-ü Anka ‘ kuşunun kanatları arasında yok olup gitti.
Arayış daha ne kadar sürecek ?
Kimbilir, belki birgün insanlık; kırıla, döküle, yedi dipsiz vadiyi aşarak çok azlarının ulaştığı Kaf dağının ardındaki Zümrüd-ü Anka’ya giden kuşlar misali, gerçek umudun, gerçek kurtarıcının kendileri olduğunu anlayıp yeniden birbirlerine sarılacaklardır.