Attığımız her adımda, aldığımız her nefeste, bazen tenimizde şaklayan küçük kamçı darbeleriyle, bazen de suratımıza inen ağır yumruklarıyla canımızı acıtan, bir yerlerimizi yaralayan yaşamın ensemizdeki soğuk, kara gölgesinden ne kadar kaçabiliriz ki?
Tasarlayarak veya farkında olmadan, bir seri katil gibi her an işlediğimiz cinayetleri ne kadar gizleyebiliriz ki?
Belki, bir ömür katlanırız aldığımız darbelere, kanayan yaralarımıza. “Kim bilir? Belki de hayat budur” diyerek kadere sığınıp boyun eğeriz her şeye.
Belki, işlediğimiz sayısız cinayetlerin, geride bıraktığımız cesetlerin farkına bile varmadan yol alırız ”son durağa“ kadar.
Belki de, her birimizin yaşamını cehenneme çeviren ağır yükleri taşırız üzerimizde bir ömür boyu, silkeleyip atmak, kurtulmak varken.
Aklımıza vurulmuş prangalarla boğuşurken bu iş kolay mı?
Elbette zor.
Kalbimizin şefkatiyle acımasızlığı kıyasıya savaşıp birbirini yok etmeye çalışırken daha da zor.
Karamsarlığa, tereddüde düşüp yolumuzu kaybettiğimizde, yapılacak en doğru şey; yakın, uzak geçmişimizin ışıltılarına bakıp, işe yarar bir şeyler devşirip, pusulayı doğrultarak yola devam etmektir.
Mutlaka ufukta aydınlıklar belirip düz bir yol çıkacaktır karşımıza.
Bugün dünyaya, topluma, insana ( ve de kendimize ) bakıp neyi görüyoruz?
Özgür aklımızın aydınlığını mı, dört bir yandan kuşatılıp kıskaca alınmış beynimizin, dogmalarımızın, hislerimizin gölgesinde sürüklenen şeytanın ayak izlerini mi?
Karanlıklara doğru sürüklendikçe dehşete düşüp, korunma, yaşama içgüdüsüyle kendi içine daha çok kapanan, umutsuz bireylerden oluşan bir toplum…
Kendiliğinden olmasa da, fikirleri, tercihleri sorulduğunda, “ kendi gerçek dünyalarına “ göre, kendilerince doğru gördükleri davranışlar…
Bir kaos, bir umutsuzluk çemberi içinde de olsa kendi gerçek dünyalarıyla boğuşuyorlar.
Seçim zamanları, “ demokrasi oyunu “ gereği önlerine konan sandıkta tercihlerini yansıtıyorlar. Çok sorulmadıkça da, derin toplum ve insan analizlerine girişip ahkâm kesmiyorlar. Basit, sıradan ve sağduyularıyla davranıyorlar.
Bir de “diğerleri“ var.
Büyük çıkar ve ihtirasların peşinde sürüklenenler…
Profesyonel siyasetçiler, küresel yağma düzeninin çarkları arasında paylarına düşeni yakalama peşindeki sanayiciler, her dönem iktidar olana oynayan yazarlar, gazeteciler, sanatçılar, çağdaş dünyaya, bilime ve gerçeklere gözünü kapayan “aydınlar, entelektüeller“, camdan kulelerinde yaşayan bürokratlar, cümle tuzu kurular…
Peşlerinden sürükledikleri insanları, kendilerini iktidar yapmadığı için “Günah Keçisi“ ilan edenler…
Aç gözlülük ve daha çok sahiplenme duygusuyla davranıp yaşanan ekonomik depremleri hep kendileri dışında arayanlar…
Fabrikalarında ürettikleri kalitesiz, defolu ürünleri beğenmeyenleri suçlayanlar…
Yazdığı kötü kitaplara, yaptığı resimlere, oyunlara, müzik eserlerine, filmlere pek rağbet etmeyenleri hor görenler…
Okuyup yazmadan, araştırmadan, hiçbir siyasi fikir ve oluşuma katılmadan “ bu insanlar neden böyle?” hayıflanmasıyla bir ömrü tüketen “kenardaki seyirciler“…
Herkes; yaşam biçimi, fikirleri, yaşanılan toplumsal kargaşanın kaynağı ile ilgili fütursuzca bir diğerini suçluyor.
Oysa toplumsal paydalarda, ortak zeminlerde bir araya gelme zorunluluğu var.
Bu toplumun, tepeden tırnağa kendisiyle yüzleşme zamanı daha gelmedi mi?
Neyi bekliyoruz?
Daha derinlere, bataklıklara doğru giden bir toplumsal çöküntüyü mü?
Dibe vurduktan sonra gelecek Mehdi’yi mi?
Unutmayalım!
İlkel duygularımızın, yerleşik dogmalarımızın acımasızlığıyla gördüklerimiz, aklımızın aydınlığı ve kalbimizin şefkatiyle gördüklerimizden çok farklı.