Ekonomideki, siyasetteki ve sosyal yaşamdaki arayışların çıkışı belli olmayan labirentlerine fazlaca dalmadan çekilen bir Türkiye fotoğrafı pek te iç açıcı görünmüyor.
Siyasetçiler ve taraftarları, kendi pencerelerinden ne kadar iyi durumda olduğumuzu anlatırlarsa anlatsınlar bu puslu manzara değişmiyor. Gerçekleri çarpıtarak bir süreliğine farklı algılar yaratmak mümkündür ama değiştirmek mümkün değildir. Toplumu sonsuza dek uyutma, oyalama olanağı da yok. Son anı, çöküşü beklemek ancak kayıpları, felaketleri getirir. Tarih sayfalarında bunun pek çok örneği vardır.
Şu anki toplumsal bekleyiş bir bakıma bu tür bir tehlikeyi gösteriyor. Birçoklarının bildiği bir olaya atfedilen durum : “ ESTONYA FERİBOTU SENDROMU “
Modern deniz tarihinin en büyük kazalarından birisi, 28 Eylül 1994’te Baltık Denizi’nde yaşandı. Kıyıya yakın bir mesafede su aldığı için batan gemide, 987 yolcudan 137’si daha gemi su almaya başlamışken denize atlayıp kıyıya ulaşmayı, kurtulmayı başardı. Geriye kalan yolcular ise, tehlike olmadığını söyleyen kaptanın çağrısına uyarak, son ana kadar su boşaltma işlemini ve geminin batışını seyrettiler, kurtulamadılar.
Aynı davranış psikolojisinin, ABD’de 11 Eylül 2001’de İkiz Kuleler’e yapılan saldırılar sonucu, güvenlik görevlilerinin ‘ panik yapmayın, bekleyin ‘ çağrısına uyarak, yıkılan bina enkazı ve izdiham sonucu yaşamını yitiren kişilerde de gözlendiği söylenmektedir.
Bu açıdan baktığımızda, bu olaylardaki davranışlar ve toplumun şu anki ruh haliyle çok yakın benzerlikler görülüyor.
Yaz döneminde birkaç ili görme fırsatım olmuştu.
Anadolu; yaprakları mevsiminden önce sararmış ulu bir çınar ağacı gibi. Köyler, kasabalar adeta kendi kaderine terk edilmiş. Ticaret, tarım ve hayvancılık bitmiş. Yaşam durgun ve renksiz.
Siyaset; bir kaos sarmalında, çaresizce kendi attığı kör düğümlerini çözmeye çalışıyor. İktidar bir yana, muhalefet cephesi başka bir yana savrulmuş, kronik hastalıklarla boğuşuyor.
Ekonomide tehlike çanları gün geçtikçe daha yakınımızda çalıyor. Üretim yerine borçlanarak, hazine varlıklarını satarak rant iştahını körüklemeye dönük politikalarda bir değişme yok.
Sosyal yapıdaki erozyon tehlikeli boyutlara doğru tırmanıyor. Vatan, millet ülküsünü, öz benliğini, umutlarını günübirlik çıkarlar ve sıradan, tekdüze yaşamla ikame etmiş insan manzaraları çoğalıyor.
Çağdaşlık yerine ‘ modern gericilik ‘ hortlatılıyor. Hem küresel düzenin nimetlerinden herkesten çok pay alma yarışında hem de muhafazakârlık, dindarlık siyaseti peşinde koşan genç nesiller filizleniyor.
Yandaş medya ‘ misyonerleri ‘ akşamları kanal kanal dolaşarak puan toplama, birilerine yaranma peşinde koşuyor.
Sosyal medyadan bir şeyler öğrenme, sosyalleşme yerine, normal ölçülerin ötesinde bolca kişisel tatminlere dönük içkili yemek masaları ve renkli resimlerle ‘ gündemde kalma ‘ yarışları hızlanıyor.
Dış dünya ile ‘ sürekli düşman üretme ‘ siyaseti ülkeyi yalnızlaştırıyor.
Yargı, ordu, üniversiteler ve diğer eğitim kurumları başta olmak üzere devletin tüm organlarındaki karmaşa artarak devam ediyor.
Geleceğe dönük kaygılar, belirsizlikler sürüp gidiyor.
Çoktan su almış bir geminin güvertesinde bizler de kaygısızca olanları seyrediyoruz.
Sadece seyrediyoruz…
Etrafa salt umutsuzluk rüzgarları estirmek te değil amaç.
Uyanmak, uyandırmak….