Yaşamakta olduğumuz olayları ve en başta da kendimizi tam olarak anlayabilmenin yolu, sağlıklı bir tarih ve toplum bilincine sahip olmaktan geçiyor.
Hemen belirtelim. Bunun kendimizle, benliğimizle ne ilgisi var ? diye bir soru akla gelebilir.
İnsan; ekonomik, siyasi, kültürel, düşünsel v.b. birçok yönüyle sosyal bir varlıktır. Her birimiz; kendi iç dünyamız, çevremiz, ülkemiz ve yaşadığımız koskoca bir evrendeki yerimizle bir anlam taşırız. İlk çağlardaki, yalnızca basit ihtiyaçları için doğayla baş başa yaşayan insan artık tarih oldu.
Bize kadar gelişerek, modern bir yaşam biçimine dönüşen insanlık kültürü ile çok derin ve karmaşık bağlarımız var. Burada, tarih ve onunla iç içe geçmiş toplum bilincinin önemi ortaya çıkıyor. Bir anlamda, “ insanı insan yapan, tarih ve toplum bilincidir “ demek pek de yanlış olmayacaktır. Toplumlar için de durum aynıdır.
Tarihe ve toplumlara bakışımız konusundaki bulanıklık ise ortada. Bu konu; ülkelerin ekonomik, siyasi ve sosyal gelişmişlikleri, bunlarla bağlantılı olarak da refah seviyeleri, okuma, yazma ve bilimsel eser üretme gibi konulardaki yerleri ile doğrudan ilişkili. Örneğin; dünyada ilk 20’ye giren bir ekonomik büyüklük ve potansiyele sahip olan Türkiye, gelişmişlik ve refah sıralamasında ancak 70’inci sıralarda yer alıyor. Gelir dağılımında ise Avrupa’nın en kötüsü, 34 OECD ülkesi arasında ise en kötü ilk 5 ülke arasında yer alıyor. Temel bilimler alanında, bilimsel eser üretiminde ise, ilk 20’ye giremiyor. İnsan hakları, demokrasi, gelir dağılımı, sağlık, eğitim gibi birçok konuda da durum farklı değil.
Gelişmişlik göstergelerinde ilk sıralarda yer alan ABD, Çin, Japonya, Almanya gibi ülkeler; aynı zamanda geçmişi, gelişen ve değişen dünyayı, toplumsal ilişkileri daha iyi kavramış ülkeler.
Bizdeki tarih ve toplum bilinci konularında geri kalmışlığın ise birçok nedeni var.
En başta; resmi öğreti ve kronoloji dışında, tarihe ve toplumlara daha geniş, siyasi bir pencereden bakma alışkanlığımız yok.
Tarih; toplumları uyutan kahramanlıklar, efsaneler, tanrısal yazgılar olarak değil, kendi dinamikleri içinde gelişerek geleceğe ışık tutan sağlam, siyasi bir kılavuz olarak algılanmalıdır. Aksi takdirde kötü liderlerin elinde, zehir saçan uyuşturucu bir silaha dönüşür ve tüm toplumu etkiler.
Yüzlerce yıl süren bir evrimden sonra küreselleşip, dünyayı yönetir hale gelmiş olan kapitalist güç ilişkileri ve küresel despotizmin varlığı, ilişki ve çelişkileri hakkında çok fazla bilgimiz yok. Yeterince merak ve ilgi de duymuyoruz. Oysa yeryüzündeki küresel işgal, bilim ve teknoloji ile sürdürülüyor.
Küreselleşmenin yakıcı ve yıkıcı etkilerinden korunmak, ona karşı durmak da aynı yöntemleri daha iyi kullanmakla olasıdır.
İkinci olarak; eski zamanlarda altın çağını yaşamış, dünya medeniyetine bir zamanlar öncülük etmiş olsa da, tarihi geçmişimiz ve yaşadığımız coğrafyanın kültürel mirası, hızlı değişen dünyayı tam ve doğru olarak kavramamıza yetmiyor. Sadece çok eskilerde kalmış olanlarla övünerek gelişme, kalkınma olanağımız yok.
Aklımızı ve benliğimizi esir alan prangaların temelinde ise; toplumsal gelişmenin itici gücü olan siyaset kurumunun, dün olduğu gibi bugün de toplumun dinamikleri önünde bir engel olması gerçeği yatıyor. Toplumun hizmetkârı olması beklenen siyaset; kavgalarla, entrikalarla ele geçirilen ve bir daha bırakılmak istenmeyen bir saltanat olma özelliğini koruyor.
Bugün geldiğimiz noktada; engin sularda seyreden pusulasız bir gemi gibi, kaybolan yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Nereye doğru gitmekte olduğumuzu tam olarak anlayamadan, yeniden “ Osmanlılığa dönüş “ masalları ile uyutuluyoruz.
Bu beyhude arayışlara, henüz dibe vurmadan son verip kendimize gelmez isek, daha ağır bedeller ödeyeceğimiz muhakkak. Bunu anlamak için tarihin tozlu sayfalarına bakmak yeterlidir.
Elbette ki; tarihi ve toplumu doğru okumanın da, yanlış okumanın da ayrı ayrı maliyetleri var.
Bir yanda, gerçekleri ve sorunlarla yüzleşmeleri bir yana bırakıp “ Benden Sonra Tufan “ diyerek, rehavet içinde, ne zaman geleceği belli olmayan felaketlere doğru gözü kapalı yürümek var. Görüldüğü kadarıyla, toplumsal eğilimler bu yöne zorlanıyor.
Diğer yanda, engellere, fırtınalara, tuzaklara, ihanetlere karşı cansiperane durarak, belki de hemen bitmeyecek olan alacakaranlığın ardındaki aydınlığa doğru karınca misali yol almak da.
Daha kısa, zahmetsiz, üçüncü bir ara yol ne yazık ki yok.