Gelecekte hayalini kurduğumuz daha mutlu insanların yaşadığı bir Türkiye için, küresel ( emperyalist ) dünya düzeninin ve bugün için savaşların merkezi haline gelmiş olan Ortadoğu’nun gerçekleri üzerine kurulu, doğru bir vizyon geliştirmekten başka çare gözükmüyor.
1900’lü yıllara kadar tarihsel gelişimini tamamlayarak emperyalist bir hegemonyaya dönüşmüş olan kapitalizmin, yeryüzündeki sömürgeciliğe dayalı yayılmacılığı ve saldırganlığı artarak devam ediyor.
Doyumsuzluğunun ve bencilliğinin sonu gelmeyen emperyalist (küresel ) sermaye, uluslar üzerindeki egemenliğini pekiştirirken, ona sahip olanları da acımasız kuralları ve işleyişi ile adeta birer hizmetkâra, köleye, birer ‘Mankurt’a dönüştürmüştür.
Ne kadar çok servete sahip olurlarsa olsunlar, dünyayı yöneten ‘ efendiler ‘ isteseler de suyun akışını tersine çevirme, sermayenin mutlak otoritesine karşı durma gücüne sahip değillerdir. Gerçek ‘ efendi ‘ ona sahip olanlar değil, küresel sermayenin bizzat kendisidir ( efendilerin efendisi ). Bu gerçek, ekonomik-toplumsal tarih anlayışının içinde saklıdır. Ülkeler, devletler birçok yönden ona ( küresel sermayeye ) bağımlı, bölünmüş yönetim birimleri, başındakiler de adeta birer ‘ seçkin memur ‘ olarak görülmektedir. Ne kadar ulusların özgür iradeleri ile seçilerek işbaşına geldikleri, ne kadar bağımsız davranabildikleri tamamen göreceli, soyut ve aldatıcıdır.
Küresel sermaye kendi kurallarını dayatırken, yeryüzünü paylaşım planlarını ve operasyonları hazırlayıp, strateji ve taktikleri uygulamaya koyanlar ise ona sahip olduğunu düşünen ‘ efendiler ‘ ile emirlerindeki hizmetkârlar ordusudur.
Son derece kollektif bir çalışmanın ve sürecin sonucu olarak hazırlanan mega planlar; algı operasyonları ( propaganda, psikolojik savaş, bilgi savaşları, kamu diplomasisi v.b.) ve sıcak bölgesel savaşlarla hayata geçirilmektedir.
Küresel sermaye, yeryüzüne ve insanlığa dönük yıkım politikaları ve bu politikaları hayata geçirmek için yaratılan toplumsal algıları istediği şekilde yöneterek varlığını ve egemenliğini sürdürmektedir. Sadece sermayenin kendi çıkarlarını korumaya ve pekiştirmeye dönük bir dünya yaratılmıştır. Tamamen ulusların ve onları oluşturan toplumların, bireylerin özgür iradelerinin karar mekanizmalarından dışlandığı karartılmış bir dünya.
O halde temel sorun; tüm insanlığı ( ona sahip olanlar da dahil ) köleleştiren küresel kapitalist sistemdir. Çözüm ise; küresel sermayenin toplumların ve bireylerin emrine girerek onların mutluluğu ve geleceği için kullanılmasından geçmektedir.
Bugün için küresel işgalin odağı olan Ortadoğu bir ateş çemberi içindedir. Enerji kaynaklarının, stratejik ulaşım yollarının ve kutsal mekânların merkezi konumundadır. Ne var ki; bu zenginlikleri barındıran Ortadoğu, güdümlü kukla diktatörler ve hiç değişmeyen saltanat sahibi aileler tarafından yönetilmektedir.
Bu bölge halkları, geri kalmışlığın, cehaletin ve yoksulluğun pençesinde dağınık, örgütsüz bir çaresizlik içinde kendilerini kurtaracak bir ‘ Mehdi ‘ beklemektedirler. Bölgedeki toplumsal geri kalmışlığın ve hareketsizliğin boşluğunu küresel terör enstrümanları doldurmakta, kaos sürekli halde tutulmaktadır.
Türkiye, Ortadoğu’da yayılan ‘ vekalet savaşlarının ‘ ve ateş çemberinin neresindedir ?
Hiç şüphesiz hemen yanı başındadır. Kendisini de etkileyen yangının içlerine doğru sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bölgede küresel bir oyuncu olamadığı gibi, kendisini sıcak savaşın dışında tutacak başarılı diplomatik, rasyonel politikaları geliştirme konusunda da bir yol arayışında, bir o yana, bir bu yana savrulmaktadır.
Afganistan ve Irak işgalinin ardından gelen ‘ Arap Baharı ‘ ve Suriye iç savaşı, bölgedeki dengeleri daha da bozarak istikrarsızlığı artırmıştır. En son ve yeni oyun Kudüs üzerinedir. Görünen o ki, öncekiler gibi bu yeni oyun da sahaya sürülecek yeni küresel aktörler eliyle yürütülecek ve ‘ kontrollü kaos ‘ politikası bir dönem daha yeni versiyonu ile devam ettirilecektir.
Ortadoğu’nun geleceğini son tahlilde şekillendirecek olan, bölge halklarının uyanıp kukla yönetimlerden ve küresel işgalden kurtulmaları ile olasıdır. Boş yere beklenen ‘ Mehdi ‘ hiç gelmeyecektir.
Türkiye’nin böylesi bir gelecek için bağımsız ve rasyonel bir politika, başarılı bir diplomasi kurmaktan başka seçeneği yoktur. Her şeyden önce de bunu sağlayabilmek için kendi içerisindeki bölünmüşlükten kurtulup bütünleşmesi ve daha özgürlükçü bir yapıya kavuşması zorunludur.