Birikerek iç içe geçmiş, Arap saçına dönmüş toplumsal sorunların hangisinin öncelik taşıdığını bulmak, ona uygun çarelere yönelmek oldukça zor.
Toplumun her kesimi, kendi penceresinden sorunlarının en ön planda olduğunu düşünüyor.
Bu bireysel ve yüzeysel refleksleri bir dereceye kadar anlamak mümkün.
Sanayici, varlığını sürdürebilmek için kolayca üretim yapıp ürettiğini hak ettiği değerden satamıyor. Ülkeyi işgal eden ithal malların daha iyi ( ama zahmetli ) alternatifini yaratıp rekabete giremiyor. Sermaye gücü zayıf, üretim maliyetleri çok yüksek.
Sanayi kuruluşlarımız, kazancı yüksek olanlardan başlayarak bir bir yabancıların eline geçiyor. Tarım ve hayvancılık aynı durumda. Üretici ürettiğini gereği gibi değerlendiremiyor, ithal ürünlere karşı dayanabileceği teşvik ve desteği bulamıyor. Tarım alanları, otlaklar gittikçe körelip atıl hale geliyor.
Turizmci, yatırımlarını rasyonel ölçülerde yapamıyor, ona yön verecek bir planlama yok. Rantı yüksek bölgelerdeki işletmeleri yabancı yatırımcı ele geçiriyor, diğerleri can çekişiyor.
Ne var ki; ekonomideki krizi gösteren değişik sektörlerin sorunları ortak bir noktada birleşiyor: Sağlıklı bir planlama, her türlü yerli üretimi teşvik ve destekle ayağa kaldıracak, nitelikli, rekabet gücü yüksek, dünyadaki ve yereldeki ekonomik dalgalanmalara dayanıklı üretim modellerini hayata geçiremiyoruz. Üretemiyoruz, üretmeden hazıra ve tüketime yöneliyoruz.
Engel nedir? Yanlış merkezi ve yerel yönetim politikalarının ayaklarımıza vurduğu prangalar.
Özellikle 1950’li yıllardan bu yana, güçsüz siyasi oluşumları kolay yoldan iktidara ( ve de saltanata ) götüren küresel politikaların peşine takılıp yol alırken, ekonomik ve siyasi bağımsızlığımızın gittikçe yok olacağı belliydi.
Eğitim düzeyi düşük bir toplumun fertleri olan bizler de ( hepimiz ) üretmeden tüketme, dışarıdan gelenlerle kolayca refaha erme, köşe dönme hayallerinin “ Kader kurbanları “ olduk. Egolarımız, bencilliklerimiz, aç gözlülüğümüz, ihtiraslarımız galip geldi, biz kaybettik.
Dünyanın gelişmiş ülkelerinin kalkınma modelleri ortada. Üretimin ve tüketimin tepeden tırnağa örgütlendiği, ekonomik ve siyasi dalgalanmalardan fazlaca etkilenmeyen, istihdamı artıran, kaliteli, sağlıklı üretimlerin yapıldığı kooperatifçilik.
Gelişmiş ülkelerin hemen hepsinde bu model uygulanıyor, hemen hepsi kooperatiflerle kalkınıyor.
Önümüzde yerel seçimler var, yerel yönetimler değişip yenilenecek. Merkezi yönetimlerin hep uzak durduğu, uzun yıllar “ Komünizm icadı “ diye topluma adeta yasakladığı, kooperatifler yoluyla kalkınma modeline yerel yönetimler öncülük edebilir, destek verebilir.
Hangi alanlarda? Tarım, hayvancılık, sanayi, turizm, toplu konut gibi sektörlerden başlayarak hemen her alanda. Görev elbette öncelikle merkezi yönetimin, ama mümkün olmuyorsa, engelleniyorsa bu görevi yerel yönetimler üstlenebilir.
Kalkınma yerelden başlayabilir. Neden olmasın? Ekonomik krizin zirveye tırmandığı bu günlerde, üretim ve tüketim kooperatiflerine dayalı üretim modeli bir çıkış yolu olabilir. Bu, eskiye değil gerçeğe dönüştür.
Bizim bir çırpıda tüketilip bir kenara atılan, her gün dışarıdan bir yenisi ithal edilen, bizi bağımlı kılan, özgürlüğümüzü yok eden küresel tekellerin lüks mallarına çok fazla ihtiyacımız yok. Bizi toplumsal refaha ulaştıracak, kendi öz gücümüze dayalı, sağlıklı, kaliteli üretime ihtiyacımız var. Ancak ürettiğimiz kadar da tüketime. Daha az, daha mütevazı, daha sağlıklı şeyler tüketip daha çok mutlu olmak mümkün.
Yaşadığımız ekonomik krizi kolayca aşmanın başka bir yolu da görünmüyor.